18 Mart 2009 Çarşamba

çanakkale şehitlerine!


Bugün 18 MART.

Tarihe kan damlalarıyla yazıldı bugün! Şehitlerimizin sayısı ürkütücü.Onca insan, gencecik delikanlılar, okul çağındaki çocuklar, koskoca aile babaları hatta dedeler!

Bir savaştan övünmüyoruz.Aslında kazanılmış bir savaşı kutlamıyoruz.O kadar yabani, barbar değiliz.Topraklarından binlerce km uzakta ne için savaştığını bilmeyen milletlere karşı, silahsız, aşsız, bakımsız....Tek yapmamız gereken savunmak.Biz Topraklarını savunabilmiş bir millet olarak bu günü önemsiyoruz.Biz binlerce şehidimize, onlara asla unutulmadıklarını göstermek için bu günü önemsiyoruz.Biz bugün çanakkaleye akın akın gidiyoruz, çünkü, biz tarihine sahip çıkmayı biliyoruz. Topraklarımızı, vatanımızı,Analarımızı, kardeşlerimizi gavur ellerinden korumayı başaran, her biri bir ordu eden şehitlerimize minnettarlığımızı gösteriyoruz.Bugün, şehitlikte, anzak gençleri, sabahlara kadar içip, kutsal şehitlikte yaktıkları ateş etrafında ayinler yapmak için burdalar.Avusturalya nere? Çanakkale nere? Ama buradalar.Biz yanıbaşımızda yatan atalarımıza bu gün teşekkür etmeyeceğiz de ne zaman teşekkür edeceğiz?

Hepimizin tuttuğu takımların tarihleri şerefle dolu. Ben fenerbahçeliyim, o galatasaraylı, öbürü beşiktaşlı, diğeri giresunsporlu..! Hiç farketmez.Hangisinin sitesine girerseniz girin, muhakkak şehit futbolcularının listesini görürsünüz.İşte biz, şehit vermeyi, şehit olmayı en büyük, en efsunlu kademeye koymuş bir millete, bir dine sahibiz. Bugün, tüm Türkiye Futbol Federasyonuna bağlı olan veya olmayan, bütün spor klüplerimizin şehitlerine bir kez daha teşekkür edip, Kutsal emanetlerine sahip çıktığımızı söylemekten gurur duyuyorum.

Ne mutlu Türküm Diyene!






Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi?


En kesif orduların yükleniyor dördü beşi. -


Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya-


Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.


Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!


Nerde-gösterdiği vahşetle 'bu: bir Avrupalı'


Dedirir-Yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,


Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!


Eski Dünyâ, yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,


Kaynıyor kum gibi, mahşer mi, hakikat mahşer.


Yedi iklimi cihânın duruyor karşında,


Avusturalya'yla beraber bakıyorsun: Kanada!


Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk:


Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.


Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ...


Hani, tâuna da züldür bu rezil istilâ!


Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asil,


Ne kadar gözdesi mevcûd ise hakkıyle, sefil,


Kustu Mehmedciğin aylarca durup karşısına;


Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.


Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz...


Medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz.


Sonra mel'undaki tahribe müvekkel esbâb,


Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.


Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;


Beriden zelzeleler kaldırıyor a'mâkı;


Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;


Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.


Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam,


Atılan her lağamın yaktığı: Yüzlerce adam.


Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;


O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer...


Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,


Boşanır sırtlara vâdilere, sağnak sağnak.


Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller,


Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller.


Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere,


Sürü halinde gezerken sayısız teyyâre.


Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler...


Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!


Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;


Alınır kal'â mı göğsündeki kat kat iman?


Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?


Çünkü te'sis-i İlahi o metin istihkâm.


Sarılır, indirilir mevki-i müstahkemler,


Beşerin azmini tevkif edemez sun'-i beşer;


Bu göğüslerse Hudâ'nın ebedi serhaddi;


'O benim sun'-i bedi'im, onu çiğnetme' dedi.


Asım'ın nesli...diyordum ya...nesilmiş gerçek:


İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmiyecek.


Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...


O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar,


Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,


Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!


Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker!


Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.


Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi...


Bedr'in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.


Sana dar gelmiyecek makberi kimler kazsın?


'Gömelim gel seni tarihe' desem, sığmazsın.


Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb...


Seni ancak ebediyyetler eder istiâb.


'Bu, taşındır' diyerek Kâ'be'yi diksem başına;


Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;


Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ namıyle,


Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;


Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,


Yedi kandilli Süreyyâ'yı uzatsam oradan;


Sen bu âvizenin altında, bürünmüş kanına,


Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,


Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;


Gündüzün fecr ile âvizeni lebriz etsem;


Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...


Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana.


Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini,


Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddin'i, Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran...


Sen ki, İslam'ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,


O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;


Sen ki, rûhunla beraber gezer ecrâmı adın;


Sen ki, a'sâra gömülsen taşacaksın...


Heyhât, Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât...


Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber, Sana âğûşunu açmış duruyor Peygamber

0 yorum: